Emine köyün güzeliydi. Görenleri kendine hayran bırakacak kadar da çekici ve alımlıydı. Annesi ve babası, o küçük yaştayken ölmüş, kendisinden sekiz on yaş büyük evli ağabeyi İzzet’in yanında kalıyordu.
Emine evlilik çağına basmadan, üstelik onayı alınmadan ağabeyi tarafından bir akrabasıyla sözlendirildi. O yıllarda evlendirilecek çocukların kendi kararları geçersizdi. Özellikle kız çocuklarına hiç danışılmazdı. Karar, anne babaların veya onların yerini alan birilerinindi. Görüşü sorulsa, o hayır diyecekti. Nasıl etmeli de bu sözü bozmalı. Kızcağız gece gündüz düşünüp durdu. Başkasını seviyordu. Bir araya gelip konuşma olanağı bulamasalar da düğünlerde, bayram eğlencelerinde genç, bekâr erkek çocukların köy alanlarında oynayan kızları izleme hakları vardı. Emine ile Zekeriya uzaktan da olsa göz göze geldiklerinde sevgilerini belirten gülücükler atarlardı.
Emine’nin ağabeyi İzzet sorunlu bir gençti. Silahsız dolaşmaz, kendisini köyün kabadayısı sanırdı. Çoğu zaman yasa dışı, ahlaka aykırı davranmaktan kaçınmazdı. Gözüne kestirdiği bir kadını silah zoruyla güpegündüz evinden almış, dağa kaçırmıştı. İzzet’in bu zorbaca davranışları köylüyü, özellikle güçsüzleri korkuttuğu gibi Emine’yi de ürkütüyordu. İstemediği evliliğe hayır diyemediğinden yaşamı kâbusa dönmüştü.
Emine Zekeriya’ya haber salıp onunla kaçmaktan gayrı yol bulamıyordu. İkisi de köyün ayrı mahallelerinde yaşıyordu. Zekeriya’ya haber ulaştırmak için bocalarken kendiliğinden bir fırsat doğuverdi. İzzet ağabeyi, bir başka mahallede yaşayan arkadaşına mektup yazmış, iletmesi için ona vermişti. Mektubu ileteceği kişinin kardeşi Şah İsmail ile Zekeriya’nın can ciğer arkadaş olduklarını duymuştu. Doğan bu fırsatı değerlendirmeliydi. Mektubu aldı, havalara uçarcasına öte mahalleye koştu. Şah İsmail eşiyle evdeydi ama kardeşi yoktu. Buna çok sevindi. İsmail ağasıyla ve eşiyle çekinmeden konuşabilirdi. Onları tanıyor, güvenilir buluyordu. Mektubu uzattı, bir şeyler söyleyecek oldu, vazgeçti, evin hanımı durumu sezdi, eşini dürttü. “Emine ne diyeceksen de hadi ” dedi Şah İsmail. Eşi de kendisi de biliyordu Zekeriya ile onun birbirlerini sevdiğini. Zekeriya sırdaşı Şah İsmail’e defalarca anlatmamış mıydı? Emine ezildi, büzüldü, gözlerini yere dikerek “Yengeme söyleyeyim.” dedi. İki kadın, evin sofasına çıktılar. Kızcağız gönlünden geçenleri yengeye tek tek anlattı. Sonunda da “Zekeriya kaçırsın beni.” deyiverdi.
Zekeriya haberi alır almaz Emine’yi kaçırma planları yapmaya başladı. Mevsim sonbahardı. Emine her akşam köyün uzağındaki bahçeye kuzuların almaya gidiyordu. Belirledikleri günün akşamında havanın kararmasına yakın gelecekti. Zekeriya da oranın yakınlarında gizlenecekti. Önce Şah İsmail’in köyün kenar mahallesindeki evine gelinecek, Emine’ye erkek elbisesi giydirilecek, sonra bir gören olursa dağın öte yüzünden arkadaşım diye tanıtılacaktı. Köylü yatsı namazını kılıp evlerine çekilince Emine ve Zekeriya geceyi minarede geçirip daha sonra dağların arka yüzündeki köyde yaşayan Şah İsmail’in askerlikten arkadaşına konuk olacaklardı.
Tasarladıklarını sırayla gerçekleştirdiler. Ne var ki o gece iki âşık minarede birbirlerine sarılıp uyuyakalmış, imamın minarenin kapsını sabah ezanı için açmasıyla uyanmışlardı. Zekeriya’da silah vardı, oysa silahı hiç sevmez, kullananlara çok kızardı. Ancak Emine’nin ağabeyini iyi tanıyordu. Tehlikeli biriydi. Caydırıcı olsun diye yanında taşıyordu. Karşısındaki silahsız olsa o da almazdı. Pehlivandı, gücü kuvveti yerindeydi, kendine güveniyordu. Minarenin kapısı açılır açılmaz belinden çıkardığı silahı imama doğrultup, “Kıpırdama” dedi. İmam korktu, geri adım atarken Zekeriya silahı beline koydu, imamdan özür diledi. Emine, Zekeriya’nın arkasına gizlenmişti ama imam onu tanıdı. Sevecen bir yüzle “Sevenlerin sevgisi yücedir. Benim o yüce duyguya saygım büyüktür. Ben de yengenizi kaçırmıştım gençler. Haydi çabuk olun, gün iyice ağarmadan kaçın, yakalanmayın.” diye onları öğütledi. İkisi de rahat bir soluk aldı. Ardından dağların kucağına doğru koştular.
İzzet her yerde kardeşini arıyordu. Kaçtığını anlamıştı ancak kiminle gittiğini bilemiyordu. Onu kaçıranı gördüğü yerde vuracaktı. Öfkeden kuduruyordu. İzzet’in yanında kuşkaldıran* biri vardı. Gecenin alaca karanlığında köyün kenarında Nuri ile karşılaştılar. Kuşkaldıran ondan kuşkulandı. Bir keresinde Nuri Emine’yi görünce “Bu kız pek güzelmiş oğlum küçük olmasaydı alıverirdim” demişti ona. Aklına bu söz geldi, “İzzet senin kardeşini bu adam kaçırdı.” dedi. İzzet silahını çekip Nuri’ye doğrulttu, onu sorguya çekti ama hiçbir şeyden haberi olmayan adamcağız sürekli, “Ben görmedim kardeşini, haberim yok” dese de acımasız İzzet, Nuri’ye silahını boşalttı. Zavallı adam yere kapaklandı, oracıkta can verdi.
Ertesi gün haber her yere yayıldı. Jandarmalar katili yakaladılar, cezaevine attılar. Nuri’nin ölümüne herkes çok üzüldü. İzzet’in ağır bir ceza almasıyla köylüler de Emine ile Zekeriya da rahatladı. İki âşık köyüne dündü, evlenip yuva kurdular.
DAVUT KEMAL YILMAZ
*Kuşkaldıran: Kargı’nın bazı köylerinde ara bozucu, kötü kimseler için kullanılan yerel bir söyleyiş.